'Kıbrıs Girit mi oluyor?' sorusunun tam zamanı

ozgurplatform2.htmlozgurplatform2.htmlozgurplatform.htmlozgurplatform.htmlozgurplatform4.htmlozgurplatform4.html


Kıbrıs, Girit ve Batı Trakya'da olduğu gibi Yunanlaştırma hedef listesinin başında yer alıyorAkdeniz'deki bu iki adanın kaderi daima birbirine benzetilmiş, 'Girit bilinmeden, Kıbrıs anlaşılamaz' denilmiştir. Bu ikiliye zaman zaman Batı Trakya da ilave edilmiş ancak, mesela İzmir hiç gündeme gelmemiştir. Dört yerin en önemli ortak özelliği Megali İdea-Yunanlılaştırma hedefi içinde bulunmalarıdır. Teselya, Epir, Adalar, Girit ve Batı Trakya'da hedefe ulaşılırken, Batı Anadolu ve Kıbrıs'ta şimdilik başarısız olunmuştur. Dikkatli olunmadığı takdirde özellikle Kıbrıs'ın bu sınırlara dahil edilmesine ramak kaldığı ortadadır. Neler olmuştur da Kıbrıs denince hep Girit akla gelmektedir? Kısaca hatırlayalım; Girit'te 1760 itibariyle 200 bin Müslüman, 60 bin Hıristiyan yaşıyordu. Göçler ve katliamlar yüzünden 40 yılda bu sayı 33 bine düşmüş, 1909 yılından sonra ise neredeyse tek Türk kalmamıştır. Girit'te dönem dönem yaşanan katliamlara Batılı devletlerin hep seyirci kalmasından cesaret alan Rumlar, 1866'da Enosi'si ilan edip, Ada'yı Yunanistan'a bağladıklarını açıklamışlardır.

Osmanlı, Girit'te 16 tabur askeri olmasına rağmen Avrupa'nın müdahalesinden çekindiği için bunları kullanmamıştır. Bu yıllarda Yunanistan da, yeni aldığı 3 savaş gemisine 'Enosis, Girit, Helen'
isimlerini vermiştir. Girit sebebiyle çıkan Türk-Yunan savaşının ardından 1897'de yapılan anlaşmada hiçbir hüküm yer almadığı halde büyük devletler iki hafta sonra Girit'in özerkliğini ilan etmişlerdir. Buna göre Girit, Osmanlı hakimiyetinde muhtariyete sahip bir eyalet olacak, ilgili devletlerin onayı ile Sultan tarafından 5 yıllığına Hıristiyan bir vali tayin edilecekti. Türkler'in de temsil edildiği seçilmiş bir meclisi bulunacak, kararları Osmanlı'nın müdahalesi olmadan, vali onayı ile yürürlüğe girecekti. Türkler'in can ve mal güvenliği sağlandıktan sonra da Türk askeri adadan çekilecekti. Batılı Devletler, kendi askerlerinin Müslüman halkı koruyacağı vaadinde bulunmuşlar, Girit'in özerkliği için padişaha baskı yaparken de Ada'nın hiçbir zaman Yunanistan'a bağlanmayacağı güvencesini vermişlerdir. Ancak özerklik ilan edildiği sırada dahi Ada'da Türk katliamı devam ediyordu. Batılı devletler, buna rağmen olanlardan Osmanlı yönetimini sorumlu tutarak, 1898'de Girit'i işgal etmiş, bir de nota vermişlerdir. Bu notaya göre, 'Osmanlı Hükümeti Ada'daki kuvvetlerini bir ay içinde çekecek, Ada'da çoğunluğun arzusuna uygun bir yönetim kurulacak'tır. Osmanlı Devleti egemenlik haklarına ters düştüğü gerekçesiyle notayı reddetse de istekleri yerine getirmek zorunda kalmış, öncelikle de askerlerimiz Ada'dan çıkarılmıştır. Askerlerimizin boşalttığı stratejik noktalara ise İngiliz, Fransız, Rus, İtalyan birlikleri gelmiş ve Girit fiilen bu devletlerin hakimiyetine geçmiştir. Girit Meclisi 5 Ekim 1908'de Ada'nın Yunanistan'a bağlandığını ilan etmiş, büyük devletler bu kararı tanımamalarına rağmen Ada'daki askerlerini çekmişlerdir. Bu Girit'in fiilen Yunanistan'a bırakılması demekti. Nitekim büyük devletlerin askerlerinin tamamen çekildiği gün Hanya Kalesi'ne Yunan bayrağı dikilmiştir. 1911'de de 25 Girit milletvekili, Yunan Parlamentosu toplantılarına katılmak için yola çıkmış ancak İngilizler tarafından engellenmişlerdir. Girit'in Yunanistan'a ilhak kararı 1913'te Londra Konferansı'nda resmen onaylanmıştır.

İZMİR PLANI

Gi
rit örneğinin eşzamanlı olarak ve aynı yöntemlerle Kıbrıs'ta da uygulanmak istendiği bilinmektedir. Ancak pek fazla bilinmeyen bir diğer gerçek, benzer bir planın Sevr görüşmeleri sırasında İzmir için de düşünüldüğüdür. Toplantılarda Sevr'e Yunanistan adına katılan Venizelos'un Girit tecrübeleri enine, boyuna konuşulmuştur. Çünkü müttefiklere göre, Venizelos'un Girit'te yarattığı başarılı bir örnek vardır ve bundan İzmir'de ne olabileceği hesaplanabilecektir.

Sevr'de İzmir için düşünülen ya Yunan toprağı o
lması ya da Rum halkına Atina'ya milletvekili gönderme hakkının verilmesidir. İzmir'i kesinlikle isteyen Venizelos, bölgenin coğrafya ve tarih bakımından Avrupalı olduğunu söylemiştir. Bugün AB raporlarında Kıbrıs için de benzer ifadeler kullanılmaktadır. Bölgenin Türk egemenliğinden tümüyle kurtarılıp, bağımsız bir toprak yaratılmasını rica eden Venizelos, halkın ancak bundan sonra bir kamu oylaması ile Atina'ya temsilci gönderip, göndermeyeceğine karar verebileceğini söylemiştir. Sonuçta,

-Türk egemenliğ
inin sadece bir bayrak ile sürmesi,

-İzmir'de Yunan yönetimi ve Yunan garnizonunun bulunması,

-Rumlar ve Türkler'den teşekkül bir yerel parlamento kurulması,

-Parlamentonun 5 yıl sonra oy çokluğuna dayanan bir kararla Yunanistan'la birleşmek üzere Mille
tler Cemiyeti'ne başvurma hakkının olması, MC'nin de gerekli görmesi halinde bir kamuoyu yoklaması yaptırması kararlaştırılmıştır. Papadopulos'un bugün Beşparmak Dağları'ndaki bayraktan rahatsız olması gibi Venizelos da, sadece Türk Bayrağı'nın çekileceği yere itiraz etmiştir. Bu arada taslakta 2 yıl olan Milletler Cemiyeti'ne başvuru süresi 5 yıla çıkarılmıştır. Sebebi de, Karadeniz'deki Rumlar'ı İzmir'e yerleştirirken, Türkler'i uzaklaştırarak nüfus dengesini bozmak, böylece parlamentodan Yunanistan'a bağlanma kararının çıkmasını garanti altına almaktır. Bugün yine Batılı güçlerin desteği ile Kıbrıs'ta da seçimler veya referandumlarla sonuca ulaşılmaya çalışılması, KKTC'deki Türkiye kökenlilerin tümünün Türkiye'ye dönüşünde ısrar edilmesi, İzmir planının bir başka versiyonu gibidir.

Kıbrıs'ı Türkiye üzerinde yük görenler, bu çağda büyük katliamlar yaşanamayacağını veya Yunanistan'a ilhak kararının mümkün olmadığını söyleyeceklerdir. Elbette ki aynı yöntemlerin uygulanması şart değildir. Rum kesiminin AB iç
inde Yunanistan ile fiili ama yarım enosisi gerçekleştireceği ortadadır. Türkiye'nin KKTC'yi sahiplenmemesi halinde bu ikilinin AB'nin güç ve imkanlarını kullanarak, Türk kesimini eritip, tam Enosis'e ulaşacağı da açıktır. Kaldı ki KKTC'de, Rumlar ABD ve AB ile yakın işbirliği yapan, Türkiye'yi anavatan saymayan, Annan Planı'nı bağımsızlıktan üstün gören ve tanınma değil, Rum kesimi ile birlikte yaşamak isteyen bir zihniyet vardır. Bu zihniyetin, konjonktür müsait olur olmaz, referandumdan çıkan yüzde 65'lik evet'e dayanarak, 'Rüştlerini ispat ve kendi kendilerini idare edebilecekleri' gerekçesiyle, Türkiye'ye ihtiyaçlarının kalmadığını söylemesi, bir süre sonra da mesela KKTC'nin Rum kesimine monte olmayı gündeme getirmesi sürpriz sayılmamalıdır.

Tarihin t
ekerrür etmemesi için yegane çare; self-determinasyon hakkına dayanarak kurulan, uluslararası normlara sahip, meşru bir devlet olan, tüm güçlerin baskı ve engellemelerine rağmen de bugüne kadar ayakta kalmayı başaran KKTC'nin tanınmasını sağlamak ve ne pahasına olursa olsun Türkiye ile KKTC'nin eşzamanlı AB üyeliğinden vazgeçmemektir.